15 Ocak 2012 Pazar

Paramparça Vicdan ve Bedenler

 
Haber kanalları bütün gün Qandil’in bombalandığı duyuruyordu. F-16 ‘lardan biri iniyor biri kalkıyor saatlercedağı, taşı bomba yağmuruna tutuyordu. Televizyonlarda siyasiler, bürokratlar, askerler ve uzmancıklar durmadan bu hava harekâtını ağızlarından damlayan kanı oluk oluk akıtarak anlatıyorlardı. Bombardıman haritalar, krokiler üzerinden anlatılarak şov üstüne şov yapılıyordu. Bu sahtekârlığı izlemek, savaş naralarını bir tiyatro oyunundaymışçasına böylesine rolüne kaptırıp döktürenlerin suratına lanet okumadan bakmak ise ne mümkündü.
Öylece televizyona bakarken annemin sesiyle kendime geliyorum "yemek hazır". İçimdeki bombardımandan habersiz annem ah annem, ne desem ki şimdi sana. Halden anlayan sesi geliyor sonra “korkma uçakların gürültüsü, bombalardan önce gider “diyor avutmak istercesine. Tamam diyorum usulca siz yiyedurun ben geleceğim. Ekrandaki ses kulaklarımı tırmalıyor birden "hava harekâtı yetmez, karadan da saldırmalı". Saldırmak sözcüğü ne çaresiz, ne itici bir hal alıyor o an gözümde. Kime, neye saldırıyorsun be adam diye haykırıyorum içimden. Otuz yıl tank, top, mermi sesleri içinde geçti. Bihaber misin, yoksa balık hafızalı olmak “yüce savaşçı ruhunun” işine mi geliyor? Kendi kendimle konuşup duruyordum evet, çünkü dayanılmaz bir hal alıyordu yaşanılanlar.


Sonraki günlerde haber kanalları yine aynı nakaratla Kandil’in bombalanmasını müjdeliyordu savaş yanlılarına. Seremoni aralıksız devam ediyor, senaryoya yeni aktörler katılarak bombardıman allanıp pullandırılıyordu. İnsan öldürmenin dayanılmaz hafifliği içerisinde şuursuzca şu kadar kişi etkisiz hale getirildi yalan bilgisini utanmazca servis etmekten de geri durulmuyordu. TSK uçakları gelen ilgiden memnun olmalıydı ki bombardıman hızını kesmeden devam ediyordu. Hızını alamayan uçaklar sivilleri gözetmeden saldırılarını sürdürürken, bölgeden ayrılmak isteyen bir aracın seyir halindeyken hedef alındığını duyuruyordu bir iki haber kanalı. Daha acısı, araç içinde bulunan altı aylık bebeğin ölüm haberi bile apoletli medyayı ilgilendirmemiş olacak ki, şanlı törenlerini gölgelememek için güneş gözlüklerinin ardına sığınıp gökyüzüne bakmayı tercih ettiklerine tanık oluyorduk, vicdansızlıklarına söverek.


Ve sonra, TSK’nın şehit mezarlığını hedef aldığını öğrendiğimde ise aklımın derinlerine gömdüğüm şehadet haberin patladı beynimde. Saklı tutmaya çalıştığım acım, Solin bebeğin parçalanan bedeninin her bir parçasında yüreğime atılan bir bombaya dönüşüyordu şiddetini esirgemeden. Ah ağlamak neye yarar ki şimdi. Sen o güzel gülüşünle yaralarımı sarmaya çalışırken, ben elimden tutmanı ne çok istiyordum bir bilsen. Fotoğraflarına bakarken, içimde bir mutluluk kıpırtısı geçerdi ölümünün önüne. Hayata en anlamlı yerinden sarılmışken sen dört elle, yüzündeki, yüzünüzdeki mutluluk hali içimi aydınlatırdı. Umut olurdu sahtekârca yaşanan her şeye ve tüm acılara.
Güle oynaya çıktığınız dağlardan verdiğin bir röportajda gördüğümde seni yeniden, ne kadar da gurur duymuştum seni tanımış olmaktan. Nedense seni hep küçük bir çocuğu sever gibi sevmiş biri olan ben için büyümüş olduğunu kabullenmek gibi bir anlam taşımıştı belki de bu yeniden buluşma hali. Zaman diyordum kendi kendime kimini katıyor kervanına alıp götürüyor, kimini de sabitliyor bir fi tarihe. Durup bakarken size zamanın bir köşesinden açık bir hayranlık duyardım duruşunuza. Keşkelerim büyürdü çaresizce. Ve yeşertemeyeceğimi bildiğim hayallerim çoğalırdı sonra…
Ve şehadet haberin gelmişti, erken gidenlere yakılan en derinden sarsan ağıtlarla. Seni uğurlamak son kez olsun yüreklerimizin ortak diliyle sana dostça bir hoşça kal heval demek isterken, sen gelemiyordun. Günlerce bekledik, bekledik. Bilmiyorduk ki gelemeyeceğini. Hoşçakallarımız asılı kaldı zamanda… Sana, size doğru akan ve sürekli büyüyen bir özlem seliydi artık gözlerimizden akan…
Ve aylar sonra ortak bir tanıdığımızla yaptığımız sohbette anarken seni, öğrenmiş olmuştum aslında hiç duymamış olmayı çok isterken o gerçeği.
-Arkadaşın cenazesini neden ailesine teslim etmediler?
-Yoktu ki.
-Nasıl yani kayıp mı, bulamamışlar mı?
-Yok, öyle değil.
-Nasıl söylesene, söylesene ne olmuş?
-Paramparça olmuş, paramparça

Neden getirilmediğini öğrendiğimde, Ceylan Önkol’un annesi geldi aklıma eteklerinde kızının bedeninden parçaları taşırken. Ciğerlerimiz parçalanmıştı ya Ceylanla birlikte, sonra seninle ve şimdi de Solin bebekle aynı acı, aynı zulüm. Söylenecek söz kalmıyor ki, tarifsiz acılar karşısında ve susuyorum şimdi, içimde asıl bombalar patlarken…
Mezarları da vururlar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder