26 Ocak 2012 Perşembe

Türküm Doğruyum Bu Haldeyim!


92 yaşındaki dedem Mehmet Ali'nin dünyaya gözlerini açması Cumhuriyet'in doğuşuna  denk gelir. Karlı ve soğuk ve zor şartlarda mı olmuştur doğumu, patoz mevsiminde mi bilinmez ama o günden bugüne taşıdığı yaşanmışlıkları, mirası hepimiz tarafından bilinir. Asimilasyonun izleri yüzündeki çizgiler kadar derin işlemiştir sözlerine, ruhuna. Ki bir gün şöyle bir olay vuku bulur: üç beş yıl önce geçirdiği bir kaza sonucu kalça kemiği kırılmış, bir dizi operasyondan sonra yürüme sıkıntısı yaşamış olan dedem şehirlerarası otobüs yolculuğu esnasında, molada otobüsten inmede sorun yaşar ve yaşatır iner ve şöyle bir etrafına bakar ve: "Türküm, doğruyum, bu haldeyim" der. Dedemin bu çaresizliği ve güvendiği dağlara yağan karların fırtınası işte tam da bugünkü devlet projesi Kürtleri çağrıştırır bana.

Dedemin yıllardır inandığı "Zazaca konuşan Türkleriz biz; Kürt değiliz" masalı şimdi yeni versiyonuyla devam ediyor Kürdüz ama "BÖLÜCÜ" Kürtlerden değiliz. Devletimiz büyüktür ve yaşasın hükümetimiz tezahürünü almıştır. Proje Kürtlerinden Burkay ayağının tozuyla yaptığı ilk açıklama ile: "Ülkede Hükümet''in başlattığı bir açılım süreci vardır, duraklasa bile düşündüğümüz hızla ilerlemese bile yine de cesaretli bir adımdır ben umuyorum ki yeniden başlayacak ve ben kişi olarak buna destek vermek istiyorum." demeciyle dönüşünün büyük anlam ve önemini belirtmiş ve "statükoya" karşı Hükümet'e açık destek vereceğini ve verilmesini talep etmişti. Neyse efendim kendisini karşılayan ve gelişine sevinen 150-200 hadi ben diyeyim 500 Kürt hatırına vay hoş gelmişsin diyelim dedik ve bekledik.

Fakat anladık ki Burkay hala sarılacak bir kedi bulamamış ki geldiğinden beri Kürt Hareketi'ne karşı yürüttüğü kampanyayı doz doz artırarak sürdürmeye devam ediyor ve hareketin değerlerine asılsız ve pervasızca saldırıyor. Kendi kendime diyorum ki velev ki haklısın be adam her şeyi Kürtler için iklimin değişmesi için yapıyorsun e tamam da be hey:
- 34 insan Roboski'de katledildi neredeydin kardeşlerine başsağlığı dilemeye gittin mi, sağduyulu olma çağrından başka ne yaptın?
- Van'da deprem oldu, neredeydin bir enkaz taşına el attın mı, bir çadıra gittin dert dinledin mi?
- Seçilmiş Kürt milletvekillerin hapishanelerde bir kart attın mı, halkının yanında olup verdiği oyların derdine düştün mü?
- Sevmiyorsun biliyoruz ama kimyasal silahla katledilen gerillalar için Başbakanına barışa hizmet etmez dedin mi?
diye de sorularım/ızı çoğaltıp neye hizmet ettiğini anlamamızı kolaylaştırdığın için de sana teşekkür ediyoruz.
 
Şimdi derdim Burkay'la, Muhsin'le ya da İbrahim'le ya da
hatırı kalmasın Ümit Fırat ve diğer versiyonlarıyla hiç değil. Bu vatandaşlar birbirlerine bozacının şahidi şıracı şeklinde tanıklık ede dursunlar da benim tek amacım dedemin bu yaşında yaşadığı hayal kırıklığını yaşamasınlar arzusundandır. AKP ile kol kola yürüttükleri bu "razıysan gel benimle" yürüyüşüne, sahip olamadıkları kedicikler uğruna kendilerini daha fazla feda etmesinler diyedir serzenişim. Hem kedi bu nankörlüğü de tutar neme lazım!  Böl, parçala, yönet politikası bir üst leveliyle devam ederken sadece  aktörlerin değiştiğini görmek de  bu kadar zor olmasa gerek değil mi?

Tarihimizde önemli bir versiyon olan Beko fesadı da şöyle bir anmak geçti içimden.

3- 5 yıl sonra düştükleri hale bakıp, üzerlerindeki gözlerle yüzleşme cesareti bile bulamayacak olan Proje  Kürtlerinin, acınarak "Türküm, doğruyum bu haldeyim" sözlerini ise şimdiden duyar gibiyim.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Bir Yıl Daha Geçecek Sensiz

Senden sonra da anılar biriktirdiğim evindeyim. Belki de seninle yaşıt olan ayıcığını kucaklarken yakalıyorum kendimi. Üzerinde hala bıraktığın gibi duruyor eski elbisesi. Kitapların, hala yerinde dolabının üzerindeki Gustav Klimt kartpostalın ve anneler günü için yazdığın not... Eskimiyor eşyanın ruhu ve özü yokluğunun eskimeyen sızısı gibi...
Hayatımızda bıraktığın boşluğun sarıp sarmalayınca; kulaklarımda, il binasında gelen bir telefona bakarken çıkardığın ve kendinin bile inanamadığım o komik alo sesinden sonra tüm arkadaşları başımıza toplayan gülüşün çınlıyor. Seni çok özlediğimde, katıla katıla güldüğün ve o garip sesi çıkarmaya çalıştığın neşeli halinle kucaklaşmak istiyorum, özlem ile.
Senden bahsetmek, konuşmak, yazmak. Sana dair söyleyemediğimiz ve anlatamadığımız  şeyler o kadar o kadar fazla ki. Bazen bir şarkıda -ki şarkı söylemeyi hiç beceremesem de-  sen gitme diye tutturduğum tempoda, bazen bir makarna sosu tadında, bazen bir zılgıtla geliveriyorsun yanı başımıza. Hep gülüyoruz ve hep telaşlıyız seninle. Ama şimdi eksiğiz en çok da, hep birilerine bir şeylere duyduğumuz özleme sende katıldığından bu yana.


Ve gecenin bir yarısı kucağımda sırt çantan ve aklımda bir sürü düşünce ile oturuyorum. İçindekiler son kez dokunduğun, kullandığın, giydiğin, yazdığın eşyalarınla dolu. İlk baktığım kongre ortamında tuttuğun bir defter ah o yazın yok mu, evet  okumakta yine zorluk çekiyorum, hızlıca yazıldığı ne belli yine, bir yere yetişme derdinde yoktu halbuki orada.Fotoğraf albümünde daha önce görmediğim fotoğrafların var uzun uzun bakıyorum yanındakilere, yüzüne. Kaybolduğunu düşündüğüm fotoğraflarımıza. Vesikalık fotoğrafları koyduğun yerden gazete sayfasından çıkan fotoğrafıma gülüyorum, beni arayıp gazetedeki fotoğrafı kestiğinden bahsetmiştin ama ne bilebilirdim ki o fotoğrafın bir gün bu şekilde karşımda olacağını. Saçlarında her zaman kalan kokundan bir parça bulabilirim diye kokluyorum saç tokanı. Kol saatini görünce (sanki ben bir şeyimi kaybetmişim de bulmuşum gibi seviniyorum) aklıma bir toplantı sahnesi geliyor bir yandan konuşuyor ve bir yandan da kordonu çekiştiriyorsun bütün dikkatimizi üzerine çekerek.
Ve yeleğin ...
Üzerinde nasıl durduğunu fotoğrafladan gördüğümüz ve en çok da sana yakıştırdığımız, şimdi ise senden kalan son eşyalar arasındaki en acıtan...
Ne çok istemiştin oysa dağlara kavuşmayı ve Amara olmayı... Keşke diyorum keşke kokun daha sinecek kadar giyebilmiş olsaydın  ve hatta hiç çıkarmasaydın üzerinden.

Ah senin için biriktirdiğim/iz  keşkeler...


Ve gecenin güzel sabahı mutlu bir tebessümsün artık. Kimsenin dillendirmek istemediği yokluğunla sensiz kutladığımız yedinci doğum günündeyiz. Ardından bize bıraktığın seni çok özleyen ve seven  büyük ailenle. Herkes burada, Cahil Periler filminden bir sahne içindeyiz sanki. Akşamdan yaptığımız pastalar, börekler, gelenlerin getirdiği yemekler soframız şen. Telefon eden arkadaşların da katılıyor aramıza selamlar karşılıklı iletiliyor özleminle. Bıraktığın bu birbirine emanet insanların şimdi kalplerinde senden bir gülüşle...

İyi ki doğmuşsun ve iyi ki tanımışız seni ...

15 Ocak 2012 Pazar

Kefensiz Kadınlara Ağıt


Medine Memi anısına…
 
Küçük bir çocukken en çok denizi merak ederdim. Balıkların su altında nasıl yaşadıklarını, gemilerin nasıl yüzdüğünü ve denizkızlarının güzelliklerini. Su altında bir yaşamın olması fikri bile beni heyecanlandırırdı. Oysaki hiç deniz görmemiştim, yüzlerce kilometre uzaklıktaki sevdama kavuşabilmem ise henüz yaşadığı ilin merkezini bile görmemiş olan ben için neredeyse imkânsızdı. Annem bu hevesimizi leğenlerin içini su doldurarak çözmeye çalışmıştı ki saatlerce içinde sadece oturabildiğimiz leğenlerden çıkmaz olurduk. Su altında en çok kim kalacak yarışması düzenler nefesimizi tutar saniyeleri saymaya başlardık. Ben bir denizkızıydım ve en çok ben kalmalıydım ta ki biri beni kafamın gömülü olduğu leğenden çekip çıkarana kadar.
Ve şimdi içine konduğum çukurda üzerime atılan toprakla nefessiz kalmışken yardım istiyorum içimdeki denizkızından. Kendime sakin ol geçecek hadi derin bir nefes al diyorum, birazdan çıkaracaklar seni ve bitecek bu ceza. Sakin ol yoksa öleceksin, sakin ol, sakin ol. Son yirmi dakikadır kendime telkinde bulunmaktan yoruluyorum. Ağzımı kapatan eşarptan kurtulmaya çalışmak bile yoruyor beni. Bir çığlık atabilsem, anneee diye bir bağırabilsem biter belki bu eziyet, bitmez mi? Nefes almak istemiyorum, soluduğum topraktan başka bir şey değil soluk borumdan ciğerlerime akan. Ciğerlerime doluşan toprak solmamak için köklerini daha derine daha derine ulaştırmaya çalışan bir çiçek gibi şimdi. Ölüyorum.
Adım Mekke. Henüz on altı yaşındayım. Size kendimi istediğim gibi tarif edebilirim. Sarı uzun saçlarım, masmavi gözlerim ya da uzunca boyum, badem gözlerim, siyah kısa saçlarım var da diyebilirim. Güzellik anlayışlarınıza göre her biriniz için ayrı bir ben olabilirim, kemerli burnumun yüzüme kattığı sertliği hiçbirinizin görmeyecek olması ise ne güzel. İlk kez kendimi şanslı hissediyorum çünkü bir tek kare fotoğrafı bile olmayan benim sizden masumane isteğim; beni güzel bir kız olarak hayal etmeniz, acı ama evrene benden kalan tek şey sizin hayalleriniz olacak.


 
Eski zamanlarda tanrılara sunulan kurbanlar gibiyim, hareketlerim ayinsel törenlerini engellemesin diye ellerim, ayaklarım ve ağzım bağlı. Dedemin hiç durmadan öfke ile okuduğu dualar, annenim kendinden geçercesine bir o yana bir bu yana salınması, babamın ağzının içinde gevelediği namus namus, namus nakaratı törenin heyecanını ortaya seriyor. Mekke kirlenmişti ve bu utanç bir sır gibi benimle şimdi tam da burada toprağa gömülmeliydi. Ellerim arkadan bağlı olmasaydı, avuçlarımı açıp yalvarsa idim babama, avaz avaz bağırsaydım yapmayın diye çıkarırlar mıydı ki beni bu çukurdan. Babamın bayramdan bayrama öpmek için tutabildiğim ellerine dokunabilseydim, hatırlar mıydı acaba kızı olduğumu? Bir kez bile saçımı okşamamışken o eller, almamışken şefkatle kollarına, ben şimdi korkudan ölmek üzereyken sarılıp geçti kızım der miydi ki acaba? Keşke…
Bizim buralar küçük yerlerdir. Tek düzelik yaşamlarımıza o kadar işlemiştir ki tek bir çark bile yerinden oynasa bütün mahallede domino taşlarının birbirini yıkması gibi etki yaratır. Yaptığın yemeğin kokusunu herkes solur, misafire döktüğün kolonyanın limon mu tütün mü olduğunu bile cümle âlem bilir. Sabah söylediğin şeyi, akşam sana sanki sen olaydan bihabermiş ve öznesi değilmişsin gibi anlatıcıları bile vardır buranın. Kulaktan kulağa oyunundaki ilk oyuncunun şaşkınlığı ile dinliyorsan bir de anlatıcıyı gülmemek için kendini zor tutarsın. İşte ben de çok geziyormuşum, hem de bir erkekle. İnsanın sevdiği biriyle buluşması, çok gezmesi ne zamandan beri suç ya da günah diyorsunuzdur şimdi. Dedim ya bizim buralar işte küçük yerler. Küçük dünyalarımızın, küçük insanlarının büyük ayıpları ve günahları ile yaşadığımız büyük veballi, çok acılı, az mutlu viranesi.

Komik gelecek belki ama benim için açtıkları çukur bir mezarı bile anımsatmıyor. Kimse yerimi bulmasın diye bana layık gördükleri yer evimizin bahçesinde bulunan tavuk kümesinin altı. Her gün yumurtaları almaya gelecek annemin vicdanının gömülü olduğu yer. En çok annemin sessizliği canımı acıtan. Anne kurtar beni ne olur diye bakarken gözlerine, kaçırdığı bakışlarıyla nefessiz kalmıştım aslında… Beni attıkları çukurun içinde ayakta duruyorum üzerime atılan her kürek toprak, korkumu beslemekten başka bir şeye yaramıyor. Nefessizlikten önce sanırım bu korku öldürecek beni. Dizlerime kadar toprak içindeyim. Eli ayağı kesilmek deyiminin anlamını en çok şimdi kavrıyorum. Direnecek gücüm kalmıyor. Otursam mı? Canlılara hayat veren toprak birazdan benim canıma son verecek.
Henüz on altı yaşındayım ve suçluyum. Kaynayan kanımın buharıyla savrulduğum için aile meclisinde cezam kesildi. Aşık oldum evet, annemim babamın onayını almadan aşık oldum. Ne saçma değil mi tarifi bile olmayan bir kavramın onayının, yasasının, zorunluluklarının olması. Küçükmüşüm tek başıma aşık olup olmayacağıma karar veremezmişim, herkesle gezip tozamazmışım. İyi de ben kötü bir şey yapmıyorum ki. Daha önce yine bu sebeple birçok kez dövdüler beni, ağzımdan burnumdan akan kanlar bile şiddetini kesmiyordu yumruklarını babamın. Yardım çığlıklarım, o tüm duyulmayanı duyan komşularımızın kulaklarına nedense hiç ulaşamıyordu. Dayaktan bitap düşmüş beni ayıltmaya çalışan annemin ellerime döktüğü keskin kokunun ne olduğunu kimse kendine fısıldamıyordu bile. Bir keresinde polise sığınmışken; olay büyümesin, duyulmasın diye kendi elleriyle babamın tekme ve tokadına teslim edilmiştim ben. Birkaç gün sonra aile büyüklerimiz bir bir kapımızı çalmışlardı. Hoş geldiniz dediğimi tek biri bile duymamıştı. Asık suratları yüzlerinden düşmesin diye mandallamak bile geçiyordu içimden. Tek tek yerlerini aldıktan sonra beni kapı dışarı etmişlerdi bile. Dedem namusumuz kalmadı diye hışımla sürekli ama sürekli bir şeyler geveliyordu ağzında. Sesi bazen gürce çıkıyor “orospu orospu” diye haykırıp soluksuz kalıyordu. Diğerlerinin de sesi aynı nakaratı tekrar edince karar anına varmak hiç de uzun sürmemiş oldu. Karar alınmıştı "Mekke kirlenmişti" ve bu bütün aile camiası için kutsal bir meseleye dönüşmüş, katlim vacip kılınmıştı.
Tam üç gün üç gece katilimi beklemekle geçirdim günlerimi. Evden çıkmam yasaklanmıştı. Kapılar sıkı sıkı kilitleniyor, başımda sürekli güya bana hissettirilmeden nöbetçiler bekletiliyordu. Güçlü olmaya çalıştıkça korkudan elim ayağım daha da tutmaz oluyordu. Ağlama nöbetlerim, nöbetçilerimi yanımdan kaçırıyordu. Kimsenin bana merhamet ettiği, edeceği yoktu. Öfke, kızgınlık, hayret, korku vs vs duygularım birbirine karışıyordu. Evde bulunan herkes gözlerini benden kaçırıyordu, yokmuşum gibi davranmak daha kolay oluyordu sanırım. Umudum kalmamıştı. Kim öldürecekti beni ve nasıl ölecektim. Bir düşünsenize günleriniz kafanıza sıkılacak kurşunu ya da boynunuza geçirilecek ilmeği düşünerek geçiyor. Sonra ölümlerden ölüm beğeniyorsunuz kendinize. Lütfen beni yakmasınlar da nasıl öldürürlerse öldürsünler derken buluyordum kendimi hayretler içinde.
Ve şimdi bu lanet çukurun içindeyim, boğuluyorum. Hayallerim vardı benim oysa. Denizlere kavuşmak, beyaz gelinlikler arasından en güzelini seçmek, korkusuzca sevdiğim adamın ellerinden tutup sokakları arşınlamak, kendi evimde küçük güzel kızımla pastalar yapmak. Üzerime atılan her kürek toprakla isteklerim saydıkça çoğalıyor, aklıma görmek istediğim sevdiğim sanatçılar geliyor şimdi de, sahip olmak istediğim elbiseler, takılar. Ve sütlü irmik tatlısı. Hayallerim benimle bu ölüm kuyusuna gömülmesin istiyorum. Hayal değil mi şimdi hepsini uçan balonlara yükleyip bırakıyorum gecenin karanlığına. Balonum bir gün sizin elinize geçerse yapmak istediğiniz şeyi benim yerime de yapın olur mu?
Mekke’nin kirini örtmek için sessizliğe bürünmüş gece, çıtı çıkmayan vicdanlar, fısır fısır okunan dualar. Bir kefenim bile yok benim, kefenim anne.
Oysa ben bir denizkızıydım, okyanuslara kavuşacak olan.
Tavuklar gıdaklıyor, duyuyor musunuz?


 
Bir 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde yine aile içi şiddete, tacize, tecavüze, namus cinayetlerine, ataerkil toplum düzenine, militarizme, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, savaşa karşı sesimizi yükselteceğiz. Yitirdiğimiz, sahip çıkamadığımız, koruyamadığımız hemcinslerimiz için isyan edeceğiz, kadın kırımına son diyeceğiz. Ve daha yaşanılır bir dünya umudumuzu canlı tutmanın çığlığını yükselteceğiz.
(Medine Memi Adıyaman’da akrabaları tarafından diri diri toprağa gömülerek öldürüldüğünde henüz 16′sındaydı. Yukarıda okuduğunuz öykü Medine’nin yaşadıklarına atfen yazılmıştır.)

Çığlık


24 Can
Malatya Adli Tıp Kurumu’nda 24 can…
Yan yana dizili, yalnız ve mağrur ölüler. Kimyasal silah ve napalm bombalarıyla yanıp kavrulmuş, kolu, bacağı, başı, gövdesi olmayan, tanınmaz hale getirilmiş 24 can. İzlemeye dayanamadığın için kapayacağın bir film sahnesi değil yaşanan, ne görmezden gelebilirsin başını çevirip, ne de kalkıp gidebilirsin kendi dünyana. Çünkü bilirsin ki o gülüşü yarım kalmış çocuk senin de kalbine dokunmuştur bir zaman. Derin bir ahh çekersin çaresiz. Vahşetin soğukluğuna inat sarılmak istersin o cansız bedenlere, bir çift yanık ayağa…
Düşünmek bile istemezsinsin, o ayağa nasıl da özlemle sarılacak anneyi. Bir mezarı olacak en azından derken o, sen kahr olacaksın çaresiz.
Tanıyamadığı için kendine küsecek belki bir baba, oğlunun yanık bedenini…
Rukensiz bir hayat soğutacakken yüreklerimizi…
Bu acı seyircisiz bizim.
Türkiye, Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme’yi 14 Ocak 1993′te imzalayıp, 3 Mayıs 1997′de ise yürürlüğe koymuş olmasına rağmen;
-1994’te Bezar Dağı’nda örgüte katılmak isteyen 22 dershane öğrencisinin katlinde,
-2009 Ramazan Bayramı arifesinde Çukurca’da 8 HPG gerillasının öldürülmesinde
ve daha birçok defa kullanılmasında çekince ve sakınca görmemiştir. Kimyasal silahların kullanımının, dünya devletlerinin çok imzalı, çok maddeli anlaşmalarında yasaklanmış olması bile yıllardır Kürde reva haline, Halepçe Katliamı da dahil olmak üzere büyük bir sessizliğin, lal olmanın dumur hali.
Ve şimdi 35 insanın katledilmesinde kimyasal silah kullanılmış olması iddiası karşısında yine derin suskunluk hali. Evet, korkuyorum çünkü suskunluğumuz gün gelecek kendi sesimize yabancı kılacak bizi…
Ve bu suç bana ortak olma diye bas bas haykırıyorken…

Bir Depremin Anatomisi


23 Ekim 2011
-Saat: 13: 41 Van şiddetli bir yer sarsıntısının ardından sokaklara çıkıyor.
-Kandilli Rasathanesi’nin 6,6 olarak açıkladığı Van Tabanlı’daki depremin büyüklüğünü ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi 7,6, Atatürk Üniversitesi Deprem Araştırma Merkezi ise 7,0 olarak ölçüyor. Şaşırıyoruz tabi, bir deprem ve 3 farklı ölçme sonucu. Saatler geçiyor Kandilli yanıldığını şiddetin 7,2 olduğunu duyuruyor. İlk sıkıntı böylece baş göstermiş oluyor ki Van’a gecikmeli gelen her yardımın ve enkaz altındaki her canlının vebali ilk olarak Kandilli ’ye yazılıyor.
- Haber kanalları depremi canlı yayınlarla Türkiye’ye ve dünyaya duyurma çabasına giriyor. Yıkımın yarattığı felaketin insanlar üzerindeki ilk etkisi bağrış çağrış, feryat, ağıt ve yıkılmış, toz duman içinde bir kent oluyor.
-Bir haber klasiği olan uzmanlar bol keseden atıp tutuyor, çok doğru şeyler söyleyenler de oluyor.
-Gereği üzerine hemen kurulan Valilik Kriz Komisyonu’na Van Belediye Başkanı alınmıyor. Şehirde iki kriz merkezi; valiliğe ve belediyeye ait olmak üzere. İki ayrı koordinasyondan yürüyen işler daha ilk günden aksıyor ve hoop sen orda dur bakayım buraların sahibi benim yaklaşımı halkı mağdur ediyor .
-Hükümet görevlileri deprem bölgesinde ve onlara göre her şey yolunda gözüküyor: (saat17:50)Beşir Atalay, “Van merkezde 10 civarında bina yıkılmış, Erciş’te 25-30 arası bina, biri de yurt, yıkılmış durumda. Merkeze bağlı bazı köylerde Alaköy, Mollakasım köyü gibi birkaç köyümüzde belki biraz daha fazla hasar olabilir. Köylerle ilgili henüz tam bir tespit yapılmış değil ama şu anda Valimiz helikopterle köylerle ilgili çalışmalarını sürdürüyorlar” diye konuşuyor ve depremin7,2’lik etkisi birden 5,2 ‘lik bir hal alıyor.
-BDP Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş da Van’da. Selahattin Demirtaş yaptığı açıklama ile Harabeye dönen Erciş İlçesi’nde yüzlerce binanın yıkıldığı ve yüzlerce kişinin de yaralandığını, enkazda çok sayıda kişi olduğu ve şimdiye kadar kurtarma ekiplerinin gitmediğini bildiriyor ve bu durum tekrar depremin şiddeti artıyor.
- HaberTürk spikerlerinden Duygu Canbaş “deprem her ne kadar Van’da da olsa hepimiz üzüldük. “ diyerek ırkçı ve faşist güruhun ilk sözcülüğünü yapıyor.
-Sağlık Bakanlığı, deprem mahallinde 145 ambulansın, 9 medikal kurtarma ekip aracı ile birlikte toplam 500 kişilik sağlık ekibinin görev yaptığı duyuruyor.
-Yabancı ülkelerin yardım çağrılarına(İsrail, ABD, İngiltere, Almanya, Polonya, Macaristan, Yunanistan ve daha birçok ülke)olumsuz cevaplar veriliyor. Sadece Azerbaycan ve İran’dan gelecek arama kurtarma ekipleri kabul ediliyor. Biz güçlüyüz hallederiz siz işinize bakın havaları ile yine daha ilk günden bir felakete daha karar veriliyor.
-Depremzedeler ilk şoku attıktan sonra arama kurtarma ekiplerinin yetersizliği nedeniyle de enkaz altındaki yakınlarını kurtarmak için canla başla çalışıyor.
-Türk Kızılay’ı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar, Van’da meydana gelen depremden etkilenen afetzedelerin endişe etmesine gerek olmadığını belirtiyor ve “Bütün afetzedelere yetecek kadar çadırımız, battaniyemiz ve gıda stokumuz Van ve Erciş’e ulaşmış vaziyette” diyor. Herkes bir ohh çekmişken asıl gerçeğin bu olmadığı çadır sıkıntısının çok ama çok ciddi bir sıkıntı olduğu ortaya çıkıyor.
- Başbakan Erdoğan, “DAP” adlı özel uçağı ile saat 19.44′te Van’a geliyor. Yanındaki koruma ordusu ve eşlik etme meraklıları nedeniyle çalışmaları olumsuz etkiliyor.
-Gazeteci Ahmet Tezcan’ın twitter üzerinden Vanlı depremzedeler için başlattığı #evimevindir kampanyası kısa sürede büyük ilgi görüyor.(lakin kim evini barkını bırakıp da gidiyor, şahsen ben merak içinde kalıyor)
-Yine twitter’dan benim çok sevdiğim insanların da aralarında bulunduğu bir grup Yalnız Değilsin Van adında bir blog oluşturuluyor ve sosyal paylaşım sitelerinde Van’a yardım kampanyası ciddi bir biçimde organize oluyor.
-Irkçı ve faşist söylemler sosyal paylaşım sitelerinde hızla yayılıyor. Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği bir anda PKK’nin finans kaynağı ilan ediliyor. Yardımların (çocuk bezi, kadın pedi, bebek maması vb. de dahil olmak üzere ) PKK’ye gittiğini yazıp çizenlerde oluyor.
-Bölge belediyeleri başta olmak üzere yurdun dört bir yanından yardımlar toplanıyor ve Van’a gönderiliyor.
-Akut, belediyeler, madenciler, itfaiye ve diğer gruplar arama kurtarma çalışması yürütüyor.


24 Ekim 2011
-Arama kurtarma ekipleri iş başında, “sesimi duyan var mı ?”sorusuna gelen cevaplarla hayatlar kurtarmaya çalışıyor. Depremin sembolü haline gelen Yunus’un enkazdan kurtarılışı yansıyor ekranlara. Yunus’un anlaşılmayan bir şeyler söylediği duyuruluyor ekran başındakilere oysa O “mirim mirim mirim” (Ölüyorum ölüyorum ölüyorum) diyor anasının o en öz diliyle. Bir kez daha sarsılıyoruz, anadilimize yapılan bilinmez saldırılar içimizdeki isyan büyütüyor ve büyütüyor.
- Ve depremin en çok konuşulan isimlerinden biri olan Müge Anlı ırkçılık ve nefret dolu olan o cümlelerini sarf ediyor: “Her fırsatta küçücük çocuklar tarafından taş attırılan polisler, ilk olay yerine gelip müdahale edenlerdi. Mehmetçik de enkaz kaldırma çalışmalarında. Allah askerlerimize, polislerimize zeval vermesin. Onlara taş atanların elleri kırılsın. Canımız istediği zaman taş atıyoruz, kuş avlar gibi dağlarda vuruyoruz. Sonra bir şey olduğu zaman polis gelsin, Mehmetçik gelsin diyoruz. Biraz da dengeleri kuralım. Zor günlerde canım cicim, sonra kuş avlar gibi avlamayalım. İnsanlar biraz da hadlerini bilsinler”
-BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, devletin 24 saattir daha Van’a ulaşamadığını belirterek, Hükümetin derhal adım atarak vatandaşlara yardımcı olması gerektiğini söylüyor.
-Van Belediye Başkanı isyan ediyor :”Bizler depremden sonra Valilik ile ortak çalışma yürütmek istedik. Ancak bu talebimiz kabul edilmedi. Hatta kentte kurulan Kriz Masası’na bile dahil edilmedik” diyor.
-Saat 17.00 itibariyle Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) 279 kişinin hayatını kaybettiğini, bin 300 kişinin ise yaralandığını, yıkılan bina sayısı ise 2 bin 262 olarak duyuruyor.

 
25 Ekim 2011
-Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), saat 09.00 itibariyle 366 kişi yaşamını yitirdiğini, bin 301 kişi yaralandığını bildiriyor. Bu sayı saat 16.00 itibarıyla 432 kişinin hayatını kaybettiği ve bin 352 kişinin de yaralandığını şekline dönüşüyor.
-Artçı depremlerin sürdüğü Van’da hasar gören adli tutukluların kaldığı M Tipi Kapalı Cezaevi’nden çıkarılmayan tutuklu ve hükümlüler isyan çıkarıyor. DTK Eş Genel Başkanı Aysel Tuğluk, BDP Van Milletvekili Nazmi Gür ve BDP Van İl Eş Başkanı Cüneyt Caniş’in çabalarıyla cezaevinin boşaltılması kararı alınması üzerine tutuklular, başlattıkları isyanı sonlandırıyor.
- Mesud Barzani liderliğindeki Irak Kürdistan Demokratik Partisi, depremzedeler için kullanılmak üzere Türk Kızılay’ına bir milyon dolar bağışta bulunuyor.
-Sosyal medyadaki tepkilerin büyümesi üzerine Müge Anlı Esra Erol’un programına bağlanarak söylediklerinin yanlış anlaşıldığını ancak sözlerinin arkasında durduğunu söylüyor.
-Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla düzenlenecek resepsiyonu Van’daki deprem nedeniyle iptal ediyor. Sosyal paylaşım sitelerinde kıyamet kopuyor. Cumhuriyet kutlamasız olmazmış diyor.
-Demirtaş ve Beşir Atalay bir görüşme yapıyor; Van Valiliği ile Van Belediyesi arasında yardımların dağıtılması konusunda yaşanan koordinasyonsuzluğun giderilmesini istediği bakana iletiliyor, Bakanın Valiyi uyaracağı öğreniliyor.
-Türkiye, Van’daki depremde bölgenin yeniden inşa safhası için kendisine daha önce yardım teklifinde bulunan tüm ülkelerden dış yardım kabul etmeye hazır olduğunu ilgili ülkelere bildiriyor. İsyanımız bir kez daha yürüyor, ilk gün arama kurtarma yardımını neden kabul etmediniz? Yaşama verdiğiniz değer bu mudur?
- 14 günlükken enkaz altında kalan Azra bebek, 47 saat sonra kurtarma ekipleri tarafından sağ çıkarılıyor ve enkaz altında kalanların ailelerine umut oluyor.


 
26 Ekim 2011
-AFAD saat 09.00 itibarıyla Van’da meydana gelen depremde hayatını kaybeden yurttaşların sayısının 461, yaralıların ise bin 352 olduğunu duyuruyor.
-Haberciler; Hükümet yetkililerinin açıklamalarının aksine Vanlıların en büyük sorununun barınma yani çadır eksikliği olduğunu, Erciş ilçesinde çadır dağıtımı kuyruğunun 1 kilometreyi bulduğunu depremzedelerin saatlerce beklemek zorunda kaldığını duyuruyor.
-Başbakan Erdoğan “İlk 24 saat bir başarısızlık olduk” diyor fakat hemen okları BDP’ye yönlendirmeye çalışarak, BDP’yi fırsatçılıkla suçluyor. Yine kime gönderdiği bilinmeyen “Polis taşlamak, asker taşlamak, molotof atmak, sağı soğu yakıp yıkmak için anında organize olanlar, bakıyorsunuz, afet anında ortalıkta yoklar. ”mesajını da veriyor.
-Türk Kızılay’ı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar ise, Van’daki depremin ardından yardımların taraflı dağıtılması yönündeki iddiaların gerçek olmadığını, “Van’da ve Erciş’te kati suretle bir organizasyon eksikliğinin olmadığını” söylüyor ve Devletimiz duruma hakim” diyor. Çadır alamayan vatandaşlar ve bölgede bulunan gönüllüler, haberciler, belediye yetkilileri açıklamayı doğrulamıyor. Depremzede bağırıyor: ÇADIR ÇADIR ÇADIR
-Ekşi sözlükte paylaşılan bir ileti nefret suçu işleyenlere güzel bir cevap olarak dönüyor: “Deprem olur olmaz Van’a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine “Geçmiş olsun kardeşim, ben de Gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi-manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme” yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj: “Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım” oluyor.
-Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 16. Benediktus, Vatikan’da düzenlenen ayinde, Van’daki depremzedeler için yardım ve dua çağrısında bulunuyor.
- Cüneyt Özdemir Başbakan’ın eleştirilerine, programında Erdoğan’ın kendi sözleriyle yanıt veriyor ve: “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. “diyor.

 
27 Ekim 2011
-Cumhurbaşkanı Gül, Van’daki yerel makamların depremle ilgili yürütülen çalışmaların olumsuz etkilenmemesi için ziyaretin ertelenmesi önerisi üzerine ziyareti erteleme kararı alıyor.
-Depremzede en acil isteğinin çadır olduğunu bugün de haykırıyor.
-Deprem vergisinin akıbetinin sıkça sorulması üzerine Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, alınan vergilerin, sağlığa, duble yollara, demir yollarına, hava yollarına, çiftçiye ve eğitime harcandığını belirterek, “Özelleştirmelerden alınan paraları, Hazine’ye verdik. Hazine bunları borç ödemede kullandı. IMF’ye olan borç neredeydi bugün nereye geldi” diyerek herkesin ağzını açıkta bırakıyor. Bildik bir tekerleme ağızdan ağıza dolaşıyor ; -Ağaç nerede? -Balta kesti -Balta nerede? -Suya düştü. -Su nerede? -İnek içti. -İnek nerede? -Dağa kaçtı. -Dağ nerede? -Yandı, bitti kül oldu

 
28 Ekim 2011
-İçişleri Bakanı Şahin, geçmiş bu tür afetler karşısında bu kadar hızlı, bu kadar organize müdahale yapılmadığını vurgulayarak, “Kendi ülkemizin tarihinde de bu afette biz bir rekora imza attık ancak iyinin daha iyisi var mıdır? Vardır. Daha iyisi yapılır mı? Yapılır. Allah göstermesin ancak daha iyisini de yapmaya hem kadrolarımız hem ekiplerimiz hazırdır” diye konuşarak dumur durumumuzu arttırıyor. Rekor ve daha iyisi kelimeleri bir tokmak gibi kafalarımıza çarpıyor.
- Yağmur nedeniyle çadır kentler su altında kalıyor.
-Bakanlarla BDP’liler deprem zirvesi gerçekleştiriyor.
29 Ekim 2011
-Şivan Perver’in yüreği yanıyor.
- Beşir Atalay: ‘Potansiyelimizi görmek için yurtdışından gelen arama-kurtarma ekiplerini kabul etmedik” diyor ve sonucu şu şekilde açıklıyor: ”Erciş’te 455, Van merkezde 61, köylerde ise 66 olmak üzere toplam 582 vatandaşın yaşamını yitirdi.”
-63 öğretmen (meslektaşım ) hayatını yitiriyor.
-Depremzedeler soğuk havaya, kötü koşullara, kaybettiklerinin olmadığı dünyaya alışmaya devam ediyor.
***
Van’da yaşanan depremin fiziksel olarak yıkıp, döktüğü, kırdığı, toz duman ettiklerinin yerine yenisi konacak, tamir olacak unutulup gidecek belki ama ya düşünsel ve duygusal olarak bizden alıp götürdükleri.582 can geri gelmeyecek, Azra bebek babasını hiç göremeyecek, Yunus, Serhat ve birçoğu o yaşta hep çocuk kalacak… Ve düşünsel depremimiz; insan hayatının önüne yarattığımız aidiyetlerinin geçtiğini görmek, yarattığı kutsala tapınıp nefret ve öfkeyle dolu olmak. İşte asıl kahreden …
Şimdi asıl sesimizi duyan var mı?

Paramparça Vicdan ve Bedenler

 
Haber kanalları bütün gün Qandil’in bombalandığı duyuruyordu. F-16 ‘lardan biri iniyor biri kalkıyor saatlercedağı, taşı bomba yağmuruna tutuyordu. Televizyonlarda siyasiler, bürokratlar, askerler ve uzmancıklar durmadan bu hava harekâtını ağızlarından damlayan kanı oluk oluk akıtarak anlatıyorlardı. Bombardıman haritalar, krokiler üzerinden anlatılarak şov üstüne şov yapılıyordu. Bu sahtekârlığı izlemek, savaş naralarını bir tiyatro oyunundaymışçasına böylesine rolüne kaptırıp döktürenlerin suratına lanet okumadan bakmak ise ne mümkündü.
Öylece televizyona bakarken annemin sesiyle kendime geliyorum "yemek hazır". İçimdeki bombardımandan habersiz annem ah annem, ne desem ki şimdi sana. Halden anlayan sesi geliyor sonra “korkma uçakların gürültüsü, bombalardan önce gider “diyor avutmak istercesine. Tamam diyorum usulca siz yiyedurun ben geleceğim. Ekrandaki ses kulaklarımı tırmalıyor birden "hava harekâtı yetmez, karadan da saldırmalı". Saldırmak sözcüğü ne çaresiz, ne itici bir hal alıyor o an gözümde. Kime, neye saldırıyorsun be adam diye haykırıyorum içimden. Otuz yıl tank, top, mermi sesleri içinde geçti. Bihaber misin, yoksa balık hafızalı olmak “yüce savaşçı ruhunun” işine mi geliyor? Kendi kendimle konuşup duruyordum evet, çünkü dayanılmaz bir hal alıyordu yaşanılanlar.


Sonraki günlerde haber kanalları yine aynı nakaratla Kandil’in bombalanmasını müjdeliyordu savaş yanlılarına. Seremoni aralıksız devam ediyor, senaryoya yeni aktörler katılarak bombardıman allanıp pullandırılıyordu. İnsan öldürmenin dayanılmaz hafifliği içerisinde şuursuzca şu kadar kişi etkisiz hale getirildi yalan bilgisini utanmazca servis etmekten de geri durulmuyordu. TSK uçakları gelen ilgiden memnun olmalıydı ki bombardıman hızını kesmeden devam ediyordu. Hızını alamayan uçaklar sivilleri gözetmeden saldırılarını sürdürürken, bölgeden ayrılmak isteyen bir aracın seyir halindeyken hedef alındığını duyuruyordu bir iki haber kanalı. Daha acısı, araç içinde bulunan altı aylık bebeğin ölüm haberi bile apoletli medyayı ilgilendirmemiş olacak ki, şanlı törenlerini gölgelememek için güneş gözlüklerinin ardına sığınıp gökyüzüne bakmayı tercih ettiklerine tanık oluyorduk, vicdansızlıklarına söverek.


Ve sonra, TSK’nın şehit mezarlığını hedef aldığını öğrendiğimde ise aklımın derinlerine gömdüğüm şehadet haberin patladı beynimde. Saklı tutmaya çalıştığım acım, Solin bebeğin parçalanan bedeninin her bir parçasında yüreğime atılan bir bombaya dönüşüyordu şiddetini esirgemeden. Ah ağlamak neye yarar ki şimdi. Sen o güzel gülüşünle yaralarımı sarmaya çalışırken, ben elimden tutmanı ne çok istiyordum bir bilsen. Fotoğraflarına bakarken, içimde bir mutluluk kıpırtısı geçerdi ölümünün önüne. Hayata en anlamlı yerinden sarılmışken sen dört elle, yüzündeki, yüzünüzdeki mutluluk hali içimi aydınlatırdı. Umut olurdu sahtekârca yaşanan her şeye ve tüm acılara.
Güle oynaya çıktığınız dağlardan verdiğin bir röportajda gördüğümde seni yeniden, ne kadar da gurur duymuştum seni tanımış olmaktan. Nedense seni hep küçük bir çocuğu sever gibi sevmiş biri olan ben için büyümüş olduğunu kabullenmek gibi bir anlam taşımıştı belki de bu yeniden buluşma hali. Zaman diyordum kendi kendime kimini katıyor kervanına alıp götürüyor, kimini de sabitliyor bir fi tarihe. Durup bakarken size zamanın bir köşesinden açık bir hayranlık duyardım duruşunuza. Keşkelerim büyürdü çaresizce. Ve yeşertemeyeceğimi bildiğim hayallerim çoğalırdı sonra…
Ve şehadet haberin gelmişti, erken gidenlere yakılan en derinden sarsan ağıtlarla. Seni uğurlamak son kez olsun yüreklerimizin ortak diliyle sana dostça bir hoşça kal heval demek isterken, sen gelemiyordun. Günlerce bekledik, bekledik. Bilmiyorduk ki gelemeyeceğini. Hoşçakallarımız asılı kaldı zamanda… Sana, size doğru akan ve sürekli büyüyen bir özlem seliydi artık gözlerimizden akan…
Ve aylar sonra ortak bir tanıdığımızla yaptığımız sohbette anarken seni, öğrenmiş olmuştum aslında hiç duymamış olmayı çok isterken o gerçeği.
-Arkadaşın cenazesini neden ailesine teslim etmediler?
-Yoktu ki.
-Nasıl yani kayıp mı, bulamamışlar mı?
-Yok, öyle değil.
-Nasıl söylesene, söylesene ne olmuş?
-Paramparça olmuş, paramparça

Neden getirilmediğini öğrendiğimde, Ceylan Önkol’un annesi geldi aklıma eteklerinde kızının bedeninden parçaları taşırken. Ciğerlerimiz parçalanmıştı ya Ceylanla birlikte, sonra seninle ve şimdi de Solin bebekle aynı acı, aynı zulüm. Söylenecek söz kalmıyor ki, tarifsiz acılar karşısında ve susuyorum şimdi, içimde asıl bombalar patlarken…
Mezarları da vururlar…

Dağlara sevdalı deniz kızına

  
Daha laciverte, daha laciverte!
Dağlara sevdalı deniz kızının hikayesinin başlangıcı saklıdır bu istekte.
Ekin Ceren yaşamlarımıza o kocaman gülüşünü bırakıp gittiğinden beri açık bir yaraya tuz basmak gibidir onu anmak. Boğazınıza takılan söylenmeyen sözlerde saklı kalır anılar, anlam. Hep mutlaka eksik kalacak hissidir daha yazmaya başladığınızda sizi etkisi altına alan düşünce. Kısa yaşamına sığdırdığı binlerce güzelliği paylaşmaktır ki dert, yükü omuzlarınızda ağır bir vebal.
Gelmesini istemediğiniz takvim yapraklarıyla savaşınızda baştan kaybetmişsinizdir ve zamanın her şeye iyi geldiği falan da koca bir yalandır eğer kanıyorsa her daim yara. ’ Ekin şehit düşmüş’ sözüyle kararan, 31 Mayıs böyle lanetli bir gündür işte, zamana karşı verdiğim savaşta sürekli yenilgi hali ile…

 
Ankara’nın gri betonlarına inat bir gülüştür Ekin Ceren sevdiklerine, ailesine, yoldaşlarına. Bir fakülte bahçesinde başlayan arkadaşlığımız O’nun yokluğuna veda edememe halidir ki, hala iki kişilik yaşadığım. Bir yaşam enerjisinin, bitmeyen merakın, dostluğun, mütevazılığın ve cesaretin tanımıdır Ekin’in belleklerimizdeki yeri. Yeni tanışmamışsınızdır onunla hep yaşamınızda varmışçasına sarar sizi daha ilk anda ve hep var olacağının işaretidir bu aynı zamanda.
Sevgili Hülya Teyze ve Nusret Buba’nın tek çocuklarıdır Ekin. 12 Eylül sonrası doğan diğer yaşıtlarından farklı olarak sisteme muhalif, haksızlıklara göz yummayan, eylem sever ve oldukça duyarlı bir yapıya sahiptir. Güzelliğinden bahsetmemek ise çirkin sevindirir ancak. Yüzündeki duruluk ve sevimlilik insanın içi nasılsa dışı da öyledir lafını doğrular sanırım. Lisede başlayan siyasal mücadele yer edinme derdi Genç Kurtuluş ekibiyle birlikte hareket etmesiyle hız kazanır. Kürt sorununa duyarlılığı, kardeş halkın yanı başında uğradığı haksızlıklara göz yummamasını da beraberinde getirmiş ve üniversite ikinci sınıftan itibaren yurtsever öğrenci yapılanmasında yerini almıştır. 1999 Uluslararası Komplosunun yaşandığı döneme denk gelen bir dönemdir ki cesaretle tüm çalışmalarda gönüllü olarak yer alıp, kararlaşmasını daha o ilk zamanlarında sağlamıştır.
Üniversite dönemi bol soruşturmalı, koşuşturmacalı geçmişti. Fakülte içinde ve dışında yapılan eylem ve etkinliklerden dolayı adı hemen hemen tüm soruşturma listelerinde yer alırdı. Bu durumla dalga geçer "acaba top 10 listesinde kaçıncıyım, liste başını kime kaptırdım" der durumunu öğrenmeye giderdi.
Kadın Özgürlük Mücadelesinin ivme kazandığı bir dönemde bu çalışmanın içinde yer alma arzusu ile HADEP Kadın Kolları’nda aktif çalışmaya başlamıştır bile. Kadın manifestosu yayınlandığı andan itibaren satır satır okumuş ve tartışmalara katılarak cins bilincini geliştirmek için çaba sarf etmişti. Parti kadın çalışmalarının temel dinamiği olan mahalle çalışmalarından hiç geri durmamış halk gerçekliği ile yüzleşmek için bu çalışmalara gönüllü olmuştur. Arjin  Artos,  Ekin’le yaptığı ilk mahalle ziyaretini ise şöyle anlatır: "Amara arkadaşın yetiştiği sosyal çevre sınıfsal olarak farklıydı. Gecekondu mahallerine belki de hiç gitmek zorunda kalmamıştı, böyle bir sosyal çevresi yoktu. İlk kitle çalışmasına birlikte çıkacaktık. Onun halk karşısındaki yaklaşımı benim için bir merak konusuydu. Şehrin kalabalığından uzaklaşıp gecekondu mahallelerine yaklaştıkça heyecanını hissediyordum. Evlerde dolaştıkça onu izledim; gözleri ışıldadı, elleri binlerce yıllık yakınlıkla değdi çocukların başına, meraklı meraklı anlamadığı dili konuşan kadınların yüzüne gülümserken. İçinde taşıdığı coşkulu umut dolu yüreği bütün sınırları aşıyor, herkesin içindeki yüreğe ulaşıyordu."


Dört elle sarıldığı mücadelesinde durmak nedir bilmiyordu. Sabah fakülteye, dersi yoksa partiye, eylem varsa eyleme sürekli bir dinamizmdi, hayat dursa eksik kalacakmışçasına. O’nu özel kılan şey ise sanırım çocuk hayallerinin kendisini terk etmesine izin vermeyişinde gizliydi. Tez canlılığı, dupduru olan fikirleri, merak dolu sorularıyla içimizdeki umuttu biraz da. Cin yumurtası derdim ona o muzır gülüşünün altında şifrelediği yeni bir şey olduğunu hissettirdiğinde. Saatlerce hiç bıkmadan usanmadan konuşabilir ‘hımm yine mi çok konuştum?’ diyerek kendi durumuna bizden çok gülerdi. Ekin’le aynı odada uyumak bazen bir komediye dönüşürdü. Aklına hep ama hep yeni bir şey gelirdi, şöyle mi yapsak böyle mi yapsak derken sabahı bulurduk bazen. Sabah kahvaltılarımız ise beklediğimiz anmış gibi bir kilo patates kızartmasını zevkle götürdüğümüz zamanlardı. Paylaşımcı yanı hani şu değme bir söz vardır ya ‘yârin yanağından gayrı’ diye işte tam da öyle bir şeydi. Özel mülkiyet diye bir kavram yoktu hayatında ve bunu o kadar içten sağlardı ki biz olma duygusunu çok rahat yaşardınız Ekin’le. Ve bundan dolayıdır ki yokluğuyla kalbinizin bir yanı sökülmüştür adeta.
Birlikte Kürdistan’a bir geziye çıkmaya karar vermiştik. Diyarbakır, Mardin, Urfa, Batman ve gidebileceğimiz diğer şehirleri planlamıştık. Bu yolculuğun farklı anlamları vardı bizim için; bir kere Amed’igöreceğimiz için çok heyecanlıydık. Direnişin başkenti olan şehri tanımak, surlarında yürümek, kırık kültürüyle tanışacağımız Dağkapı, Sur gibi semtlerinde dolaşmak, direniş sokaklarını adımlamak ve Mazlum Doğan’ın Anıtını dikmek istediğimiz meydanını görmek… Fis Köyü’nü görüp mücadele bu küçücük köyde mi başlamış deyip milyonlara ulaşmasını düşünmek. Hasankeyf’e gidip tarihe tanıklık etmek, Mardin’in küçük dar sokaklarında yürüyüp medeniyetlere ev sahipliği yapmış kenti solumak, belki bir umut Amara’yı görmek umuduyla Urfa’ya gitmek. Batman’da Hizbullah’ın neredeyse her sokağında katlettiği yoldaşlarımıza merak etmeyin halkınız sizi hiç unutmayacak demek.
Tanıklığımız önemliydi çünkü duyduğumuz, okuduğumuz, bildiğimiz, uğruna mücadeleye girdiğimiz topraklarda olmak, hissetmek aslında, içinde olmak gerçeğin ta kendisiydi bizim için. Mardin’de zafer işareti yapan, Hasankeyf’te tarihine sahip çıkan çocuklara, Batman’da yürüdüğü her sokakta şehidi olduğunu bildiği için hem mağrur hem direngen insanların inançlarına güvenmek, anlamdı aslında. Barış annesinin hayat hikâyesini dinleyip bunlara nasıl dayanabilir ki bir insan diyebilmekti. Otobüste kimlik sorgusu için her durdurulduğunda yahu burası benim memleketim ne oluyor diyerek sinir olmaktı aslında. Ekin bunları dolu dolu yaşadı yolculuk boyunca. Kimi zaman sövdü ‘yüce devletimize’, kimi zaman merakla açtı kocaman gözlerini ve kimi zaman da sevgiyle kucakladı o küçük bedenleri.
Bazı insanlar vardır ya hani söylediği ve yaptığı arasında hiçbir zaman tutarsızlık bulamazsınız öyle bir kararlaşmaydı yaşadığı. Anadilde eğitim kampanyası hız kazandıkça paralel olarak devlet baskısının sürekli arttığı bir dönemde takip yemiş, anne babası da o gece Ekin’i bir akrabalarına göndermiştir. Geç bir saat olunca da ev sahibi doğal olarak ne oldu sorusunu yöneltmiş, Ekin "Anadilde eğitim kampanyası yürütüyorduk ya biraz sıkıntı yarattı" deyince ev sahibi "nasıl yani kızım zaten sen anadilinde eğitim görmüyor musun?" cevabıyla kahkahaları koyuvermiştir. Kendini o kadar bizden hissetmiştir ki çalışmalarla beraber o çok düzgün olan Türkçesi bozuluvermiş, şivesi değişivermiştir. Artık soru cümlelerinin takıları yerine vurguyla ifade eden cümleler onun dilinde de hayat bulmuştur. "sen gelecek misin?" yerine "sen gelecen?" "gidecek misin?" yerine "gidecen?" gibi ailesinin kızım ne oldu senin Türkçene esprilerine maruz kalmıştır.

 
Çalışkanlığı, enerjisi, sadeliğiyle nereye giderse gitsin kolayca kabullenilmesine bir gönül köprüsü kurmasına fırsat sağlıyordu. Çalışmalardaki her işe gönüllü katılımı moral veriyor ve birlikte çalışma isteğini de artırıyordu. Parti çalışmalarında afiş, pankart hazırlamaktan ‘yani bir gün partiden ayrılırsak işsiz kalmayız valla bir tabelacı da hemen iş buluruz ‘ diyordu ki Avrupa’daki çalışmalarda da pankart hazırladığını telefonda gülerek anlattığında ‘yine terfi alamadık’ esprisiyle kilometrelere inat güldürmüştü bizi yine.
Ankara Emniyeti’nin iki eylemde gördüğü herkesi gözaltına alma huyu nedeniyle bir süre sonra partinin legal eylemlerine katılmaktan(8 Mart, Newroz gibi) dolayı gözaltına alınmış ve Ulucanlar Cezaevi’nde iki ay gibi bir süre tutuklu kalmıştı. Cezaevinden çıktıktan sonra da hiç ara vermeden çalışmalara kaldığı yerden devam etmiş, kararlılığını dosta düşmana bir kez daha göstermiştir.
Artık kararlaşmasında bir adım daha yol almak ve ülkeye gitmek istemektedir. İlk girişimi ajanlaşmış bir unsur nedeniyle başarısız olmuş ve Ankara’da kalma koşulları tamamen yok olmuştur. Yaşadığı sürecin zorluklarıyla beraber kendini Avrupa’nın o hiçbir zaman sevemeyeceği soğukluğunda bulmuştur. Kısa bir süre sonra yeniden çalışmalar içinde yer almış ve dört yıl kaldığı Avrupa’da her gün ülkeye gitmekten bahsetmiştir. Şehit Savaş’ın ölüm haberini alması da bir an önce dağlara gitmeyi ve diğer yoldaşlarına özlemle sarılma istemini de artırmıştır.Dağlar bırakılan emaneti sahiplenmek, arkadaşlarına duyduğu özlemi gidermek, verdiği sözleri tutmaktır. Dağlar O’nun için özgürlüğe olan tutku, vazgeçemediği sevdası gibidir artık.
Gitmek fikrini iyice kafasına yerleştirmiştir. Hazırlıklarını tamamlamış gidişini ayarlamıştı. Yeni bir durumla karşı karşıyaysa, istediği bir şey gerçekleşiyorsa, önem verdiği bir durum varsa mutlu bir panik havası gelirdi üstüne ya, yerinde duramaz herkesle paylaşmak ve herkesi o enerjinin içine çekmek isterdi. Gidiş hazırlıkları da öyle panik mutluluk tadında. Telefon açtı gittiği gün, herkese veda etme derdi de vardı ya öyle çok uzun bir görüşmemiz olamadı. Bütün arkadaşlarına tek tek selam söyleyip,‘Annem babam size emanet, dikkat edin onlara ‘deyip kapamıştıtelefonu. Bu görüşme son görüşmemiz oldu mutlu ve kekremsi. Onun ki istediği şeye kavuşmanın verdiği mutluluktu, benimkiyse ‘gitmek’ kelimesinde saklı olan o herşeyi düşünmenin de getirdiğiburuk bir mutluluk.
Onu orada düşledim ilk gittiği zamanlarda panik hallerini, merak hallerini, sevdasına kavuşmuş mutlu hallerini. Bir ateşin başında söylemeye çalıştığı bir Kürtçe şarkıya eşlik ederken dönüp bana baktığı gibi yanında duran arkadaşın da ona gülüp gülmediğini kontrol eden hallerini. Nujin’le buluştukları anı başından geçen her şeyi tek tek anlatma çabasını, herkesi bir an önce tanıma isteğini, cin yumurtası halleriyle kişileri değerlendirdiği ve doğruluğu teyit edilince yüzündeki mutlu ifadeyi ve daha birçok şeyi…


Amara adını seçmiş kendisine. Zazaca ‘bizden biri’ anlamına gelen. Amara bizim Amara’mız. Dağlarda geçirdiği kısa sürede taşıdığı "Ankara ekibi" ruhuyla, yürekleri fetheden, bağlılığı ve cesaretiyle Haki’nin , Kemal’in yoldaşı olan Amara.
Gidişinin ardından hep daha farklı olmalıydı, böyle olmamalıydı diye hayıflanırken yine O’nun yazdığı satırlar merhem oluyor kanayan yaraya. Şöyle yazıyor günlüğünde: "Bir zaman makinası olsam, geleceğe gitsem ve kendi gözlerimle bu mücadelenin başarısız olacağını görsem bile yine de bu partiye katılır, yine PKK’liler gibi yaşamaya çalışırdım. Bence bu mücadele inançtan da öte bağlılık işi… Bir tercih…
Yaşam tercihi…Bir zorunluluk değil asla. Vicdan muhasebesi, ödenmesi gereken borç, toprağa düşen genç bedenlere ödenmesi gereken bir borç. Vicdanı olan öder,  vicdanı olmayan ödemez….
Yani diyorum öleceğini bilse de O, yine gidecekti o uğruna ölümü göze aldığı yaşama, dağlara."
‘Daha laciverte daha laciverte’ ile başlayan deniz tutkusu, özgür dağlara olan tutkusuyla birleşmiş, dağlara sevdalı bir deniz kızı oluvermişti artık O. Ege’nin yiğitlik öykülerini, özgür dağların stranlarıyla birleştirmenin adı ,erken gidişine yakılan tüm ağıtların,canı taa en içten yakan sesi olmuştu artık.
Şimdi gidişinin ardından, büyük ama çok büyük bir yürek yarası bize kalan.
Yaşamı, doğallığı ve dostluğuyla bizi fetheden ceren gözlü, kocaman yürekli kızı Amara’yı çok özlüyorum, çok özlüyoruz.